O AĞIR TUNÇ KAPI
Ekim'in hafifçe titreyen sabahı, zamana sinmiş ince bir buğu ve içe işleyen bir serinlikle uyanıyordu, güneş göğün solgun atlasında bir altın leke gibi süzülüyordu. Sükût, ince bir dantel gibi şehri örtmüş, her şey bir rüyanın içinde durmuş gibiydi.
Bu sabah, zaman rükûda, hatıralar secdede idi. Bir çay bardağının buharında unutuşun o ağır, tunçtan kapısı, usulca aralanmak ister gibiydi. Kapının ardında ne vardı: Bir ömrün eşiğinden sarkan bir tebessüm müydün?
Ne tam bir veda… Bir yitik sevinç… Harfler, gül yaprağından ince;
İnsan bazen hatırladıkça yorgunlaşır, bazen de unuttukça silikleşir. Ekim sabahı, ne unutmak ister ne hatırlamak… Sadece kendini hissettirir, bir göl kenarında salınan sis gibi dokunamadan geçen bir sızı gibi...
Ve biz, günün gri dudaklarında, kendimize dair cümleleri tekrar ederiz içimizden. Belki bir dua, belki bir özür, belki de sadece bir iç çekiş. Kopmuş bir düş…
Güneş ışıltı değil, hatıra saçıyordu.
Ve kalbimiz, unutuşun kapısında,
bir eski anahtar gibi bekliyordu.

